bir mesnevi örneği

MESNEVİ...



MESNEVİ



SEYYİD AHMED HÜSAMEDDİN HZ.




“Ey zî tevhid-i mârifet pûr nûr

Heme câ der makam-ı âmen-ü huzûr”



(Ey İlahi Tevhid ilmi nuru ile dimağı dopdolu olmaya müstait olan vefalı aşık!

Senin için her yer emniyet ve huzur makamıdır. Senin için hiçbir yerde korku , gam ve keder olmaz. Şayet lüzumlu tevhidi ehlinden kazanabilirsen, senin için her yer dağ üstü bile olsa bağ olur.)




“Çişt-ü tevhid nezd-i uşşaki

Heme fâni şüd izd bâki”



(Önce tevhidin hakikat ehli katında neden ibaret olduğunun bilinmesi gereklidir. Tevhid, Hakk’ı gerçekten talep eden kimsenin sinesinde aşk ve arzunun uyanması için Allah’a çok niyazda bulunması, yalvarması demektir. Bu niyazları sonunda “Müfâz-ı küll” (bütün feyizleri üzerinde toplamış olan zat) olan İNSANI KAMİL, onu terbiyesi altına alır. Hakk’ı talep eden kimse, kalbini, hayâlini ve dimağını nefsinin bütün arzu ve heveslerden tahliye ve tasfiye eder ve varlığını yalnız Hakk varlığına tahsis ederek nefsini yani benliğini aradan çıkarır.)



“Heme şeb hemçü şem’a tâbeseher

Sîne pûr sûz ve dide bâ yed ter”



(Bu terbiye ve tasfiye sayesinde şimdi Hakk’ı talep eden o kimsenin zâhiri halk; bâtını Hakk ile olduğundan, bütün gece balmumu gibi tâ seher vaktine kadar sînesi yanar ve gözünün yaşı da o nisbette akar. İşte kısaca tevhid budur.)



“Rûy-i hâcet behakk taâlâ kün

Meyli-i hâtır besû-yi bâlâ kün”



(Bu en yüksek makama erişmek isteyen kimsenin azim ve kastını, İnsanı Kâmile çevirmesi ve bütün arzu ve fikrini, hatta bütün güç ve kuvvetini bu maksada ulaşmak yolunda sarf etmesi ve her iş ve hareketini bu maksada erişmek uğruna hasretmeye çalışması lazımdır.)



“Meğer ân âfitab-ı âlemtâb

Şeb-i târık râ şeved mehtâb”



(Umulur ki, ol âlemi aydınlatan şems-i hakiki, senin bu karanlık gecelerini, yani senin bütün müşkilat ve maksadlarını mâh-ı tâb eder, yani aydınlatır, açar ve halleder.)



Zulmet-i şeb zî mûy-i û-bînî

Hâne Ruşen beru-yi û-bînî”



(Onun zülfünün telinden, gecenin daha karanlık olduğunu göresin. Yani insanların bilgisizlik, tembellik ve taasuplarından dolayı, kahır ve Celâl-i İlahî vâdisinde aldanıp kaldıklarından, Hakkın birlik ve azametini hissedemediklerini anlayıp bilesin ve göresin. Ancak hânesi sana açık olursa, O’nun Cemâl- i bâ kemâlini yani güzelliğini görmeye muvaffak olursun.)



Pes temâşâ-yı ân cemâl küni

Dest-ü der gerden-i visâl küni”



(Sonra o Cemal-i bâ kemâli (tam ve mükemmel güzellik) seyir ve temaşa etmekte devam ederek,elini o hakikî mâşukun visâl-i gerdanına koyarsın)



“An ki âmed zî hûd şeved fâni

Hamdî reft-ü benûreş umânî”



(Nitekim, bu mesnevi’nin yazarı Cenab-ı Hamdi, O’nun nuru ile parlayıp daha bu âlem-i şehadette iken beşeriyet arzularından vaz geçip, hakikat âlemine uçup gitmiştir. Ama O’unun Cemal-i bâ kemali, sizinle kalıcıdır, hemen Onun nuru ile aydınlanıp, siz de cemalini burada görmeye çalışınız.)



“Her ki fâni şeved ez lezzâteş

Mi tabid her vücud cüz zâteş”



(Her kim ki, nefsinin hevâ ve heveslerinin lezzetlerinden fâni olur ve geçerse, o kimsenin zât ve hakikatinden başka, nefsine taalluk eden her vücûd, her varlık ve her hevesi, muhakkak ki kendisinden mahv ve perişan olur, yol olur gider. Bu da işte visâl demektir.)



“Rûh bû mest-ü der serây-ı harâb

Arzû dâred ez cenâb-ı hitâb”



(Aşık-ı sadıktaki ruh sultanı, asıl makam olan Ruhlar âleminden (bu makamı evvel ve sübût âlemidir) ayrıldığı için ölüme ve harap olmaya mahkûm olan maddî bedeninde baykuş gibi sıkılıp, hazin feryad ve figanlarla ağıt okur.)



“Kadehî iyş-i aşk-ı cânânest

Mürg-i mürde be sayd-ı mürgânest”



(Aşık-ı sadik, ilâhî aşk şarabından bir kadeh içmesiyle cânânının visâl ve mülâkatının lezzetini duyar ve tadar. Ama, leş kartalı gibi karın ve boğazının lezzetleri ve nefsinin arzuları uğrunda uğraşan ve dolaşan kimseler, kendi avları ile meşgul olduklarından bu nûş ve işret tarafına atf-ı nazar edemezler.)



“Ger haberdar mürg-ü râm şeved

Bâ’de zân nist-ü ve hest nâm şeved”



(Eğer ruhu uyanık , basireti -ön görüşü- açık, anka kuşu gibi cânân tarafında uçmaya lâyık bir âşık-ı sâdık, İnsanı Kâmil’e tâbi olmaya karara verirse o tâlib-i sâdık, bu kararı ve gayreti dolayısıyla ve İnsanı Kâmil’in terbiyesi sayesinde ölü gibi olup her hevesinden geçer; mahv ve fâni olur. Ama akibet, bekâyı yani devamlılığı kazanıp Hakk varlığı ile var olur.)



“Ne zî âfet-i dehir pervây

Ne zî feryâd-ı mürdüm ârây”



(Artık onun ne dehrin –dünyanın- âfetlerinden, ne de zamanın değişimlerinden korkusu olur ve ne de şöhret ve riya yoluyla ses, sada ve insanların feryadından rüsûm alayım ve âyin icra edeyim diye meclis donatarak insanları aldatmak arzusu kalır. Bunlardan hiç birisi ile münasebeti kalmaz.)



“Çün talep gerd müstahak bâşed

Cihet-i hem zî, Hakk be hakk bâşed”



(Madem ki Hakk tâlibi Cenab-ı Hakk’ı bilmek ve bulmak için gösterdiği istek ve arzusunda sebat ederek yükseldi, o takva erbabının yani Allah korkusu ile dinin yasak ettiği şeylerden kaçınanların, cennette bulunacakları makamı kazanmayı hakk etti.)



“Sûret-i ihtiyaç lokma vü dalk

İn kader bes ki şüden cânib-i halk”



(Ancak, kendisinden korkulmaması, insanlarla münasebetinin devamı ve vücûdlarının idamesi için gereğinde, azıcık yemesi ve içmesi ve herkes gibi giyinmesi lazımdır. Bu yüce zât, diğer insanlar gibi yemek, içmek, elbise giymek ve insanlara karışmak hususunda iktisat ve kanaatkârlık gösterir. Kendisini

herkesten üstün tutmaz ve mânâının Hakk olduğunu gizleyerek belli etmez. Bu zâta da bu kadar halk tarafı kâfidir.)





Seyyid Ahmed Hüsammeddin Hazretleri (1847-1925) Peygamberimizin kırkıncı torunu olup, Ehli beyt’tendir ......................................

ARALIK/ 2006


www.ahmetmusaoglu.com/..............

Hiç yorum yok: